Din, insanla yaşıt bir sürece tabidir. Ve aynı zaman da
inanmak, iman etmek, tapınmak, sığınmak gibi gereksinimler de yaratılışsal ve
fıtri olması dolayısıyla da hep popüler olmuştur. Dolayısıyla din, kendi içinde
her zaman taraftar ve alıcı bulmak
noktasın da potansiyel bir güç barındırmaktadır. Dinin bizzat kendisi, doğuşu
itibarıyla insan doğası ve fıtratı ile çelişmemekle beraber, tam tersi olarak
insan ve tüm gereksinimlerine muhteşem hitap ve çözümler sunan bir
mekanizmadır. Bu anlam da dinin bizatihi kendisi son derece masumdur.
Ancak, uygulama, yorumlama ve anlatış ( pazarlama ) tarz ve
metotlarında ki anormal sapmaların
faturası yine bizzat dinin kendisine kesilme gibi felaket bir yanlışa
götürmüştür insan. Özellikle ortaçağ Hıristiyan dünyası ve din adamlarının
insana, hayata, bilim ve sanata dair yanlış ve sakat yaklaşımı, skolastik
yapısı gereği tavizsiz uygulaması sonrası tüm Avrupa içten içe dinle
hesaplaşma, ayrışma ve kavga sürecine başlamıştır. Bu anlamda 16. yüzyıl
sonları ve 17.yüzyıl ortalarına geldiğimiz de bu içten verilen kavgalar gün
yüzüne çıkmakta, kilise dünyasına karşın aykırı, farklı, muhalif ve eleştirel
sesler daha baskın bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Özellikle 17. yüzyılın
sonları ve 18. yüzyılın baş ve ortalarına geldiğimiz zamanda ise, kiliseye
karşı verilen savaşın şiddeti artmakta ve kilise anlamsız, hiç konumuna
itilmeye başlanmıştır. Özel de kiliseye verilen bu kavga genelde bizzat dinin
kendisine doğru evrilerek fatura yine dinin kendisine kesilmektedir. Avrupalı insanların
verdiği bu kavganın alt yapısı iyi tahlil edildiğinde, hepten hatalı
olduklarını, hepten yanlış olduklarını söylemek ise adaletsiz ve insansız bir
yaklaşım olacaktır. Elbette insanlar her hal, tavır, tutum ve haykırışların da
haklı da değillerdi. Ancak olayın tahlili sonucunda görülecektir ki, kilise ve
dine karşı verilen bu kavganın en sağlam gerekçesini yine kilisenin bizatihi
kendisi hazırlamıştır. Tapınma ile reddiye arasın da kısmi özerk kılınan
(irade) insan, kendi aymaz ve açmazını da bu gerekçeye harman ederek freni
patlamış kamyon misali, din adına önüne gelen her şeyi yerle yeksan etmeye
başlamıştır. Verilen bu amansız kavganın başarılı olması, kilisenin savaşı
kaybetmesi ve bunu zımnen kabul etmesi ise, Avrupa insanına sarhoş zafer
naraları attırmıştır adeta. Özellikle de bu süreçte bilim, sanayi ve endüstri
dünyasın da meydana gelen devasa buluş ve gelişmeler ise, kiliseyi tamamen
zavallı konuma itmekte, diğer tarafta ise özgürlük, akıl ve insan kutsamasına kadar
götürmektedir tüm Avrupa’yı. Bu süreç bir de ‘’ aydınlanma ‘’ gibi muhteşem bir
ambalaj içerisine konularak sunulması sonrasında ise, Avrupa ve halkının yeni
dini ( dinsizlik ) filizlenmeye başlamaktadır. Din ve ona dair tüm ilkeler
insan hayatından sökülüp atılmış, sekülerizm insan hayatına tamamen hükümran
olmaya başlamıştır artık. Ahlak, merhamet, şefkat, bölüşüm ve paylaşım gibi
değerler hiçe sayılmış, kazanmak için her yol mübah inancı bir amentü gibi
sahiplenilmiştir artık. Ancak, 17. yüzyıldan günümüze kadar geçen süreçte her
türlü savruluşu en koyu ve en yoğun halde yaşayan Avrupa, bir başka
huzursuzluk, tatminsizlik ve açlık ile yüzyüze kalmaya başlamıştır. Bu durum
tüm Avrupa toplum bilimcileri tarafından görülmüş, tespiti yapılmış ve
kendileri için sonun başlangıcı olduğunu haykırmaya başlamışlardır. Avrupa zengindir,
Avrupa alım ve tüketim gücüne, şaşalı yaşama sahiptir ama bundan bir tık
ötesini verememiştir. Bu durum sistemsel ve felsefik olarak Avrupa’nın iflası
demekti. İslam gibi tertemiz, bozulmamış,tahrif edilmemiş, tevhidi ilkeleri ve
ahlak öğretileri ile insanlığın kurtuluş reçetesi olan İslam, bütün Avrupa ve
halkı için göz kırpmaya başlamıştır artık. Bu durum bütün batının,
öğretilerinin, felsefe ve medeniyetinin yerle yeksan olmasının başladığı nokta
idi. Tam bu noktada, bu buhranlı zamanlarda, Avrupa ve ideolojisinin insana ve
insanlığa verebileceği hiçbir şeyinin kalmadığı süreci maalesef İslam dünyası
ve aydınları doğru ve rasyonel olarak dolduramamışlardır.
Ancak papucun hayli pahalı olduğunu bilen batı; fundamentalizm, radikalizm, terörizm gibi
kavramları piyasaya sürerek profesyonel bir algı yönetimi oluşturmaya
başlamıştır. Tüm İslam coğrafyasın da kendi tiyatrolarına figüranlık yapacak
tipleri bularak, çeşitli örgütler kurdurup akla zarar fiil ve eylemleri ‘’ Allahu
ekber’’ nidaları eşliğinde yaptırarak, bu algıyı kendi tabanlarına karşın
cilalı hale getirmişlerdir. Bu proje belli oranda başarılı olmuş ve kendi
halklarını da bu algı etrafın da konsolide etmeyi de başardılar. Bu durum bir
taşla iki kuş vurmak gibiydi adeta. Öyle ki, hem kendi halklarını İslam dininin ilke ve ahlaki
öğretisinden uzak tutmalarına imkan verdi hem de tüm İslam ülkeleri ve Müslümanlara
yapacakları zulme halkları tarafından vize almalarına zemin hazırladı. Plan tutmuş,radikal
sekülerizm kazanmış ve İslam terör dini, Müslümanlar ise teröristtir artık…!!
Bu büyük yalan, bu ahlaksız oyunun gerçekle alakası yoktu
elbette. Ancak unutulmamalıdır ki, bu ahlaksız oyunun tutmuş olması Batı dan
ziyade biz İslam dünyasının daha ağır bir vebali yüzünden başarıya ulaşmıştır. Birlik,
dirlik içerisinde olmayan, birbirinin eksiklerini gidermek, birbirleri ile dayanışma
içerisinde olmayan İslam alemi batının ekmeğine yağ sürmüştür. Bir de bu duruma
İslam coğrafyasın da Avrupa ve Abd tarafından eğitilen ve finanse edilen sahte
din yapılarının bilinçli katkısını da eklediğimiz zaman, durum daha bir artı
olarak batının hanesine yazılmış olmaktadır. Yaratılan bu kaos ortamından bir
yüzyıl daha çıkması pek muhtemel olmayan İslam dünyası, umutları bir başka
yüzyıla bırakmıştır…!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder