30 Ocak 2019 Çarşamba

BİLMENİN BEDELİ


Bilgi; bilmek ve ona sahip olmak, paha biçilmez değerlerin başında yer alır dersek, abartı etmiş olmasak gerek. Bu değer, evvela bilginin bizatihi kendisinden kaynaklanmaktadır. Bilginin kendisi bu denli değer ifade ederken, sahip olanın da bu değer silsilesinden nasibini alamayacak olması da zaten düşünülür gibi değil..
Ancak, bu denli büyük bir değer ifade eden, değerli olan bilgiye erişimin ve sahip olmanın hem ciddi bir maliyeti ve hem de önemli bir bedeli vardır. Bu bedel, gerek sahip olma aşamasında ve gerekse de sahip olunduktan sonra kendisini belli etmektedir. 
Birçok şeyden ödün verilmesi gerekmektedir bilgiye sahip olmak için. Değerler skalanızı yeniden gözden geçirmenizi, birçok şeyle vedalaşmanızı ve birçok şeyle mesai saatinizi tepe taklak etmenizi zaruri kılmaktadır.
Bilgi kıskançtır..!
 Bilgi, kendisine yüklenilen değerin farkında olmanızı ve kendisinin yerine bir başka şeyi koymanızı asla kabul etmez. Kendisinin alternatifsiz olduğunun bilinciyle değil rekabet, yan yanalık fikrine bile tahammül etmez bilgi..
Bilgi emek ister, ciddiyet ister, samimiyet, kararlılık, özveri ister. Lakayt olmak gibi malayaniliğe yer yoktur bilgide. Zira bilgi kendisinin değerini bilmesi dolayısıyla, herkese nasip olur cinsten bir banallıkta değildir.
Hiçbir şeyin israfı kabul edilir ve hoş görülür değilken, bilginin israfı ise asla kabul edilir değildir. Bu sebepledir ki bilgi bedel ister ve bu bedelin ödenmesi için sayısız çetrefelli olaylar ile karşı karşıya getirir kendisine sahip olanı…
Cüret ister, cesaret ister, aykırılık ister, eyvallah dememeyi dayatır bilgi..
Hakkının verilmesini ister bilgi. Hovardaca ve herhangi bir şey gibi tüketilmesine asla tahammül etmez.
Vuruş der, çarpış, dövüş der göğüs göğüse..
Bana sahip olmanın bedelini, zekâtını öde der
Bunun bilincinde, kararlılığında, farkındalığında olana gönül açar, kucak açar sere serpe serilir yere bilgi.
Bilgi cesaret isterken cesaretlendirir de insanı.
Çünkü sahibini kuşatır, donatır diğer taraftan. Gözü kara kesilir bilginin sahibi. Dişe diş kavgaya da girer koca koca kuruluşları da karşısına alır, öbek öbek toplumlarıda..
Söyleyecekleri vardır sahibin. İtirazları, eleştirileri, başkaldırıları, reddedişleri vardır..
Eyvallah demeye müsait değildir bilgi ve sahibi…
 Alışıla gelmiş yalanlara prim vermez bilgi. Külyutmaz yani.
Sürüden farklı tutar kendisini. Uzak durur, ırak tutar kendisini sıradanlıktan ve sıradanlardan. Ağırdır bilgi ve herkes taşıyamaz. Taşınamaz olduğunu bildiği için nazlıdır da bilgi. Naz yapar, işve yapar, kur yapar kendi dilinde. Telli duvaklı gelin gibidir. Hassas, duygusal ve kırılgandır ve dolayısıyla kadir kıymet bilmez, kaba saba kişilerle işi olmaz bilginin.
 Sert ve sağlamdır bilgi. Dinç tutar, sağlamlık kazandırır. Yıkılmaz ve yıkılmasına da izin vermez sahibinin. Birlikte kale gibidirler tüm saldırılara karşın. Zaman zaman geri adım atsalar da, bir sonra ki evrede yapacakları hamle çok daha yıkıcı, devrimci ve inkılapçıdır..
Ne çetin ne zor ve ne çetrefelli kavgalar verirler birlikte. İte çakala hedef olabilecekleri gibi, kelli felli, makam ve mevki sahibi adamlarla da kesişir yolları. Ama dedik ya eyvallah demezler diye. Herkese ve her zümreye verecek okkalı okkalı cevapları vardır.
Evvelinde ödenmiş diyet, bedel, özveri dolayısıyla bilgi, sahibini sahiplenir düşerler yola. İki kafadar, iki ruh ikizi ve iki ahengin insicam içerisinde ki dansı başlar..
Bir renk cümbüşü kuşatır her tarafı ve içerisi kan kırmızı. Kan revan içerisinde saadet, huzur ve mutluluk içerisindedir bilgi ve sahibi.
Bilgi inşa eder sahibini. Bildirir ve öğretir yolun sonrasında ki koca koca taşları, geçilecek dereleri ve aşılacak dağları..
Bilgi ve bilinç, sarsılmaz bir duvar gibi dikilir her gücün tam karşısına. Gözlerinin içine baka baka, sözünü de söyler küfrünüde..
Büyük büyük bedeller ödüyorum bilmediğimi bildiğim halde. Küçük, çok küçük bildiklerim büyük büyük (!) kişilerin canını yakıyor..!
Büyük büyük kişilerle karşı karşıya geliyorum hesaplı hesapsız. Göz göze bakıyor ve bileniyoruz birbirimize. O küçücük bilgilerim, büyük büyük adamları büyük büyük korkutuyor..
Korkuyorlar !
Hem korksunlarda..
Bilgi, kendisine düşman olana mağlup olur mu…!?

SİYASET VE MİKROP


Konunun içeriğine girmezden evvel  sağdan, soldan, önden, arkadan, haklı haksız, yerli yersiz gelebilecek tüm salvoları kontrpiye de bırakacak şu açıklamayı yapma zarureti görüyorum.
Biraz sonra sayacak ve yazacak olacağım özelliklerin kendisinden ırak olduğuna inanan herkes meclisin dışındadır.
Bu emniyet supapı sonrası gelelim konumuzun detaylarına.
Siyaset ile mikrop, mikrop ile bağımlılık arasında sağlam bir bağ ve ilinti vardır. Bu bağın nihayetinde bir bağımlılık doğuracağı da beklenmedik bir sonuç değildir. Doğan bu bağımlılık giriş, geçirilen süreç  ve çıkış arasındaki zaman diliminde devasa aymazlık, tutarsızlık ve ilkesizlik getirmektedir. Bahsettiğimiz bu durum, sayısız örneklerle tezimizi doğrular niteliktedir.
Gerek birey ve gerekse kurumsal olarak siyasete atılan ilk adım sürecindeki duruş, tutum, tavır ve söylemler önemli bir anlam ve değeri ifade ederken, geçen süreç içerisinde değişim ve dönüşüm hayret sınırlarını tepe taklak etmektedir. Başlangıç ile gelinen nokta arasındaki fark, siyaset ile mikrop arasındaki sıkı ilişkiye ve ilintiye dair bu yazıyı kaleme almama gerekçe oldu.
İnsan ; mikrop ve biyoloji arasındaki sıkıntıya duyarsız kalmamakla birlikte, virüs ve mikroba önemli bir savaş açarken, siyaset ile mikrop arasındaki ilişkiyi ya kavrayamamış veya pas geçmiştir.
Bu pas geçişin gerekçelerinden birisi, biyoloji ile mikrop ilintisinin verdiği sıkıntıyı, siyaset ile mikrop arasındaki ilintinin verdiği veya vereceği sıkıntıdan daha büyük ve daha önemli buluyor olmasındandır.
Siyaset ve mikrop
Siyasetin, biyoloji ve psikoloji ile kurduğu dolaylı bağ, direk ve ani bir komplikasyona sebep olmadığı için, uzun zamanda ve ince ince doğramaktadır insanı. Bu uzun süreç ve ince ince doğrayış, insanın inanç, ahlak ve karakteristik tüm değerlerini hissettirmeden tüketmesine sebep olmaktadır. Siyasete girmeden evvel kendisini ahlak, erdem, ilke ve doğrular üzerine kodlayan ve konumlayan kişi, ince ince bütün bu değerlerin terki safhasına girerken, kıymıklar halinde kaybettiği bu değerlerin farkında bile değildir. Kaybedilen kıymıklar, damlaya damlaya göl olurken, geçirilen sürecin sonunda çok ciddi yekünlere tekabül etmektedir.
Taviz ve..
Ardı arkası kesilmeyen kıymık kaybı, kıymıksı tavizleri vermenin bir öneminin olmadığı, bir sıkıntıya sebep olmayacağı inancına evrilmeye başlamaktadır. İnançsal ve karakteristik boyut kazanan bu tavır ve tutum sonrası ortada değer, ahlak, ilke ve sahip olunacak doğrular manzumesi de kalmamıştır.
Koca koca kopuşlar
Artık pişkinlik haline dönüşen bu durum, her şeyi aşmışlık, umursamazlık ve iç içe geçmişlik evresine dönüşmüştür. Kişin kendisi ile hesaplaşması aklının ucuna gelmediği gibi, dışardan yapılan uyarı, ikaz ve tebliğ de hiçbir değer ifade etmemektedir. Makamın, kariyerin, paranın ve benzeri değerlerin (!) gölgesi ve hatta altında kalan tüm değerler bir bir harcanmaktadır.
Ve geçmiş olsun..
Kaybın ve yıkıntıların verdiği hasarı tespit edebilmek önemli bir çaba gerektirmektedir artık. Her şey ve herkesten evvel kendisini, inançlarını, ideal ve doğrularını kemiren kişi, siyasetin uyuşturucu özelliği sayesinde pişmanlık, hicap ve nedamet gibi kavramları da tedavülden kaldırmıştır.
Siyasetin kendi içerisinde bir argümanı haline dönüşen mikrop ve uyuşturucu, nice babayiğitleri de kendi döngüsü içerisine sokmuş, mikrop ve uyuşturucu ile uyuşur hale dönüştürmüştür. Ahlak, ilke, ideal, doğrular manzumesi gibi tüm değerler, siyasetin hedef gösterdiği konum için harcanılmasında hiçbir beis görülmeyen sıradan şeyler haline gelmiştir artık.
Siyaset, mikrop ve uyuşturucunun insan üzerinde ki tezahürünün ete kemiğe nasıl büründüğünü merak edenlere, sokulun sokulun, biraz daha sokulun diyorum…

GAZETECİLİK !


Kopyala yapıştır cinsinden dedikodu mesleğine gazetecilik dendiği bir zaman dilimindeyiz. Biraz şu ajans biraz bu ajans, biraz şu blog biraz bu siteden üç beş haber kopyalayıp, biraz da kulis bilgisi adı altında kocakarı cinsinden dedikoduyu ekleyince oldu bir gazetecilik..!
Ve elbette zamana, zemine ve çıkarlara göre evrilen, kıvıran ve kıvırtılan köşe yazıları ve yazarlarını da eklemleyince, alın size tadından yenmez bir gazetecilik !
Büyük büyük miktarların, ciddi ciddi çıkarların gırla gittiği, kariyer (!) basamaklarının hızla tırmanıldığı bu kaygan zemin, gazetecilik diye pazarlandığı bir zaman dilimi.
Utanmanın, hayânın, akıl ve vicdanın öldüğü ve öldürüldüğü uğraşın adına gazetecilik dendiği bir zaman dilimi.
Kıvıran ve kıvırtılan kişi ve kalemin pazarlarda yok pahasına değil, ciddi ciddi miktarlara elden ele dolaştığı ( transfer ) bir mesleğin adıdır gazetecilik.
Kimin eli kimin cebinde demenin cuk oturduğu, dün dündür bugün bugündür deyiminin en uygun düştüğü meslek gazetecilik.
İktidar ve sermayenin elinde oyuncak olduğu, gel deyince gelen, git deyince giden ve otur deyince oturan bir zümrenin egemen olduğu mesleğin adı gazetecilik.
Kuruluş amaç ve felsefesi haber vermek olan, dikkat çekmek olan ve bir bakıma toplum için emniyet supabı olması gereken, ama en büyük ihaneti kendi okuyucusuna yapan mesleğin adı gazetecilik.
Sorgudan, vicdandan, yargıdan, toplumsal yaptırımdan uzak kalan bu zümre, heva ve hevesine göre hareket ettiği bir alanın ismi gazetecilik.
Güç ve iktidarın kim ve ne olduğuna bakmaksızın, kendisine uzatılan havucun güzelliğine göre pozisyon alan mesleğin adı gazetecilik.
Erdemli, ahlaklı, izzet ve şerefli insanların bir bir tecrit edildiği, itibar suikastına tabi tutularak, meydanın hepten omurgasızlara bırakıldığı mesleğin adı gazetecilik.
Kriterin bilgi, birikim, donanım, ehliyet ve liyakat olmaktan çıkarılıp, tek kıstasın yıkama, yağlama ve yalama olarak tanımlandığı mesleğin adı gazetecilik.
Pişkinliğin, vurdumduymazlığın, umursamazlığın, duyarsızlığın ve utanmazlığın utandığı bir meslek gazetecilik.
Bir yerlere gelmek, bir şeylere sahip olmak, kazanmak, ne olursa olsun kazanmak adına her şeyin pervasızca harcandığı mesleğin adı gazetecilik.
Bir parçası olmaktan utandığım ve bir iki namuslu kalemin varlığı ile teselli bulduğum mesleğin adı gazetecilik.
Halkı, elinde ki devasa imkanlar ile kandıran, aldatan, algıları ile oynayarak pisliği pazara çıkaran mesleğin adı gazetecilik.
Zerre kadar alakası olmadığı halde içerisine Vatan, beka, kurtuluş savaşı, onur savaşı ve daha bilmem ne değerlerin arkasına sakladıkları, her türlü yalan ve rezilliğin piyasaya sürüldüğü mesleğin adı gazetecilik.
Her mesleğin onuru, izzeti, şeref ve haysiyeti varken, kendisinde çok daha fazla olması gereken, ama hepsini azgın ve tatmin olmaz şehvetine kurban veren mesleğin adı gazetecilik.
Göz göre göre, milletin gözünün içine baka baka ve zerre kadar da utanmadan kırmızıyı beyaz diye pazarlayan mesleğin adı gazetecilik.
Bütün bu saydıklarımın elbette arkasında duruyor ve müntesibi olduğum bu mesleği yerden yere vururken ; otokontrol mekanizmasını devreye sokamayan, bu yalancı güruhu cezalandıramayan, ahlaklıyı ahlaksızdan ayıramayan, yaptırım gücünü kullanamayan okuyucu ! sen masum musun !?
Gazeteciyi ve gazeteciliği bu denli şımartan, hoyrat ve hovardaca hareket etme imkan ve alanı yaratan okuyucu ! sen masum musun !?
Kim bilir, belki de tencere ve kapak misali birbirinize layık, al birini vur ötekine cinsinden bir birliktelik bu olsa gerek.
Hakkı ile yazan ve hakkı ile okuyan bir avuç zümre, selam sizlere…!

TERBİYELİ BİR BEKLEYİŞ


Kendi arazimin sınırlarını belirlemek, belirlediğim sınırlar arasında kalmak için haylice çaba içerisindeyim. Bu sebepledir ki kendi sınırlarım içerisinde terbiyeli bir bekleyiş ile, provası yapılmış, düzenekleri hazır ve kiralanmış olanlarla vereceğim şiddetli kavga için nadas halindeyim.
Adeta resmi olarak atanmış saldırganlar, had ve sınır bilmez edep yoksunları, elleri ve dillerinden kin ve nefret damlayan hadsizler ile sınır savaşı halindeyim
Terbiyeli bir bekleyiş benimkisi
Gülünç ve acınası yüzlere karşın, adab ve edeb sınavı vermekteyim. Bildiğim ve inandığım ilkelerim, doğrularım, kriterlerim ile haddini bilmeyene haddini bildirme arifesinde git geller yaşamaktayım.
Kederle gülümsediğim, bir bakıma acıdığım ilkesiz güruhun savruk hallerini elime ve dilime dolamak ile dolamamak arasında terbiyeli bir bekleyiş halindeyim.
Tahammül, sabır, katlanmak gibi erdemlerin, beynimin her köşesini işgal ettiği ve beni halden hale dönüştürdüğü terbiyeli bir bekleyiş…
Kösele suratlı, sert mizaçlı ve bir de hayâ yoksunu kitlenin karşısında direnme ve terbiyeli bir bekleyiş.
Verimli bir arazi içerisinde ki ayrık otlarına, elimde ki orak ile müdahale etme ile etmeme arasında ki terbiyeli bir bekleyiş.
Terbiyeli bir bekleyiş
Öyle yabana atılır bir bekleyiş değil benimkisi !
Nihayetinde insan olmaktan kaynaklı zaafları olan, sabrının da sınırları olan ve ancak LA HAVLE diyerek sığınmışlığın huzurunda terbiyeli bir bekleyiş
Gönül alıcı, teskin edici ayetlere sığınmak ve ağır ağır üzerime çöken sükûnetin gölgesinde dinlenmenin verdiği terbiyeli bir bekleyiş.
Tebelleş oldukları mekânlarının etrafında gezinirken, atanmış asalakların salya sümük bakışları arasında sessiz, sedasız ve terbiyeli bir bekleyiş.
Terbiyeli bir sessizlik
Efsunkar olmanın verdiği vakar ile, perdebirun zümreye karşın verilen sessiz ve terbiyeli bir bekleyiş.
Sarfınazar ettiğim, vereceğim her dakikanın bile heba ve haram olacağını bildiğim zümreye karşın terbiyeli, sessiz, sakin ve sukün dolu bir bekleyiş.
Anlamadığım, anlayamadığım ve anlamak istemediğim bir dilde verilen bu aşağılık kavgaya karşın takındığım sessiz, sukün ve terbiyeli bir bekleyiş.
Meymenetsiz, kibirli, cahil ama farkında olmayan zümreye karşın munis bir eda ile sakin ve sukün bir bekleyiş.
Kramplar, mide krampları ve dizginlenemez kafa göz dalma dürtüsüne karşın, sığıntı üstüne sığıntılı bir bekleyiş.
Şakaklarım zonkluyor. Elim ayağım titriyor ve beynim helezonlar çiziyor. Tanımlayamadığım, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ve zilletin sınırlarını zorlayan güruha karşın terbiyeli bir bekleyiş.
Sıfatlarının, giyim ve kuşamlarının, saç ve sakallarını temizliğine (!) karşın elleri, dilleri, gönülleri kirli yığınlara karşın sakin ve sukün bir bekleyiş.
Bütün akıntıyı sessizce dinliyorum. İzliyorum öylece ve daha ne kadar alçalacaklar diye bakınıyorum.  Etsiz ve vitaminsiz kapı kullarının sırım sırım sırıtan acizliklerine kızmak ile acımak arasında kalakalıyorum.
Bakışlarındaki yapmacık sevinç, yapmacık üzüntü, evvela sahiplerinin ayaklarına dolanacağını bilmem dolayısıyla, sonlarının nasıl olacağını kestiremeyişimin verdiği merak dolu bir bekleyiş.
Ruhu ve vicdanı olmayan, kurma kollu oyuncakların deforme olup yalama olacakları zamanı sabır dolu bir bekleyiş.
Oysa ben, Yerli yerinde oldukları zaman dikenleri de severim. Mert kavgaları da..
Namerd olanların küçüm küçüm küçüldükleri mide bulundıran hallerine, ağzımı ve burnumu tutarak bekleyiş..
Ve sonra bir nokta atışı yaparak, la havle…

HAYAT BİZİ EŞİTLİYOR


Öyle ya da böyle eşitliyor hayat bizleri. Bizler bu eşitlemenin farkında olmasakta, bizden habersiz olsa da eşitleniyoruz hayat içerisinde. Bir bakıma muhteşem bir döngüdür bu. Dünün kibirli ve küstah olanlarına söylediğimiz ağır söz ve eleştiriler,  kibirli ve kütahlaştığımız süreç içerisinde bir başkası tarafından bizler için dillendiriliyor ve eşitleniyoruz.
Eşitleniyoruz bir şekilde
Asla gitmem, konuşmam, aramam dediklerimizi arıyor, konuşuyor ve iletişim kurmak zorunda kalıyoruz.
İstemem diyen istiyor
Vermem diyen veriyor
Almam diyen alıyor ve eşitleniyoruz.
Sahip olduğumuz sağlık, maddi güç ve makamsal mevkiler şımartıyor ve duyarsız kalıyoruz sağ ve solumuza. Sanki Dünyanın merkezindeyiz ve her şey etrafımızda dönüyormuş gibi. Sonra bir şey oluyor ve hiç akla gelmedik, gelmesi mümkün olmayanla yolumuz kesişiyor istiyoruz, rica ediyor ve yardım talep ediyoruz. Küstahlık, gizli bir eziklik, utanca bırakıyor yerini ve eşitleniyoruz.
Eşitleniyoruz bir şekilde. Sünnetullah bu ya, patronlar işçi işçiler patron oluyor. Fakirimiz zengin, zenginimiz fakir oluyor. Sağlıklımız düşüyor yatak yorgan ve yine eşitleniyoruz. Memur amir oluyor, amir memur. Amir, memuruna tepeden bakıp burun üstü istek, talepler ve emirler serdederken, memur olma sırasını bekleyinceye kadar kibrin uçlarında geziniyor. Memur, amirinin bu burun uçlu kibirli tavrına karşın ardı ardına küfürler ediyor içten içe ve sonra amir oluyor…
Altta ki üste çıkıyor ve üstteki alta düşüyor ve yine eşitleniyoruz. Farkında bile değiliz bu muhteşem örgünün ve döngünün. Can yakanın canı yanıyor. Canı yanan, yanmış canın farkında olmadığı için her şeyin herkesin yanına kar ediyoruz kaldığını zannediyor ve farkında bile olmuyor eşitlenmişliğin…
Giden dönüyor ve kalan gidiyor bu süreç içerisinde. Herkes yekdiğeriyle yer değiştiriyor. İnceden inceye, gizli gizli ve muhteşem bir ahenk içerisinde eşitleniyoruz.
Gülen ağlıyor ve ağlayan gülüyor zaman içinde. Dün, ağlayanın yanında olmayanlar, yalnızlığın ne menem şey olduğunu anlayarak eşitleniyor.
Bir şekilde eşitleniyoruz
Senin intikamını benden ve benim intikamımı senden alıyor ve eşitleniyoruz. Acılarımız, sevinçlerimiz, kin ve nefretlerimiz birbirine karışıyor, sen ben oluyorsun ve ben sen oluyor eşitleniyoruz.
Elimize geçen imkân ve olanakları, dünün yaşanmışlıklarının intikamını almak için daha da bileyliyoruz. Geçmiş yaşanmışlıklarda üzerimizde yapılmış ameliyatları unutup eşitleniyoruz.
İstesek de istemesek de bu muhteşem döngü bizleri eşitliyor. Bir bakıma her birimize aynı şans ve imkanı sunuyor. Farkında olup ya hakkını veriyoruz ya da pas geçiyoruz. Pas geçmiş olsa bile, fark etmemiş, anlayamamış olsak bile bir şekilde yine de eşitliyor.
Tüm kör ve sağır kalmışlıklarımıza, umarsızlık ve duyarsızlıklarımıza rağmen, geçen yıllar içerisinde bir bir anımsıyoruz elimize geçen ama berhava ettiğimiz kozlarımızı. Ve sonra fark ediyoruz ki, kendimizden beri sandıklarımızla yollarımız kesişmiş, birbirimizle içiçe geçmiş ve eşitlenmişiz.
Eşitlik anlayışımızın, eşitlenme ile denk olmayışı yanılgımız, eşitleniyor oluşumuzu kavramamıza engel teşkil ediyor. Ama adalet çizgisi kendi ağını örerek eşitliyor bizleri.
Hayat ile hayatiyet arasında ki farkın, yaşanmışlıklara birbir dokunduğu, etkinin, yetkinin, varlığın ve yokluğun el değiştirmesiyle de eşitleniyoruz.
Hiç birimizin hanesine çakılı puan değil yapıp ettiklerimiz. Ukbası baki ama Dünyada mutlaka eşitleniyoruz

VE İNSAN TANRIYA RAKİP


Özellikle on altıncı asrın sonları ve on yedinci asrın başlarında sanayi ve endüstriyel gelişim bir bakıma hem insanı kendisine getirirken bir diğer taraftan da kendisinden etmiştir. Özellikle Kuzey Avrupa ve orta Avrupa ile Amerika da ki gelişmeler böylesi ciddi bir çelişkiyi barındırıyordu. Halkın kahir ekseriyeti köle olan bir toplum, bu gelişmelerle birlikte Tanrısal bir iddiaya bürünüyor.
Hızlı değişim, dönüşüm ve gelişim, Avrupa insanının tüm değer yargılarıyla birlikte Tanrılarını da yerle yeksan ediyordu. Bu hızlı değişim ve dönüşüm günümüze kadar gelmiş ve iki kat hızla da devam etmektedir.
Biz aciz varlıklar için bir taraftan korkunç bir hızı temsil ederken, mutlak güç ve bilginin karşısında hiçliğinde kendisiydi. Lakin zincirlerini kırmış olan insan, hızın verdiği sarhoşluk sebebiyle hiçliğin farkında dahi değildir.
Özellikle de, iki bin yılında ABD Başkanı Bill Clinton’un Beyaz sarayda şatafatlı bir toplantı yapıp ve dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in de uydu aracılığıyla bağlanarak ‘’ Gen Haritası ‘’ çözüldü yalan ve yaygarası ile bambaşka bir boyuta evriliyordu.
İnsanın bütün büyü ve gizemi çözülmüş ve artık her şey vuzuha kavuşmuştu !
Bu gösteri bütün Dünya televizyonlarında canlı olarak yayınlandığı sırada, birlikte izlediğim toplumun duyacağı şekil de ‘’ hadi oradan sahtekârlar ‘’ dediğimde, yüzüme trenmişim gibi öküz öküz bakanlar daha dün gibi hatırımda durmaktadır.
Nitekim o gün gen sayısını yüzbinler ile ifade edip çözdüğünü ifade edeneler, o günden bu güne defalarca değiştirmek zorunda kaldılar bilimsel (!) bulgu ve iddialarını.
Yarın birgün bulduğunu iddia ettikleri bir tek genin dahi, kendi içerisinde milyonlarca başka genleri barındırdığını ispat eden bir buluş şaşıracağım bir tespit olmayacaktır.
Geldiğimiz noktada ise yapay zekâ ile bir başka boyuta geçmiş olduk. Bu gelişme ile insan adeta ikinci bir varlık mesabesine indirgeniyor, Tanrı olmak, yaratmak ve yaratılmış olmak gibi ucube iki uç arasına sıkıştırılmış durumdadır.
Bir taraftan sınırları çizilemez olan(!) yapay zekâ ve bir diğer tarafta, bu sınırları çizilemez olanın ‘’yaratıcısı‘’ insan, birbirinin sınırlarını zorlamaya başlamaktadır. Her türlü bilginin ana kodlarının yüklendiği yapay insan, yarın kendi yaratıcısı olan insana isyan edecek miydi !?
Her ne kadar gelinen aşamada vicdan, duygu, anlam ve mana boyutuna bir çözüm bulunamamış, bu yapay ürünün duygu dünyasına dair etkin bir formül geliştirilememiş olsa da, yaratan ve yaratıcı arasında ki ilişki kocaman bir muamma olarak karşımızda durmaktadır.
Bu yapay zeka ürünün yanı sıra bir de klonlama gibi bir başka vahamete imza atmış olan insan, kozmik dengenin de köşe taşlarıyla oynadığının farkında dahi değildir. Saydığımız ve sayamadığımız bütün bu gelişmeleri üst üste koyduğumuz zaman, varılmak istenilen nihai hedefin genel de din ve özel de ise İslam’ın bizatihi kendisinin varlığı su götürmez bir gerçektir.
Kendi saha ve sınırlarını kabul etmeyen, ölümü, hesap vermeyi, sorumluluk hissini ve yaratılmış olma teslimiyetini kabul edemeyen materyalist bilim, itirazın, reddedişin ve isyanın da sınırlarını allak bullak etmektedir. Ölümün mukadderatı karşısında hiçleşen bilim, acziyetini ifade etmek yerine daha bir hırçın şekilde saldırmaktadır yaşamın ve hayatiyetin tüm kodlarına. Bu çaresiz çaba ve emeklerin sahibi olan insan, gerek kendi hayatını bu hiçlik karşısında anlamsız kılarken, gerekse gelecek yaşamın da katili olduğunu aklının ucuna dahi getirmemektedir.
Batı’nın, bilimsel dediği ve bilginin bilimselliğine dair hüküm niteliğinde serdettiği tüm koşullara mutlak tabi olan ‘’ Müslüman ‘’ bilim adamları ise, itiraz etmek bir kenara, bir amentü niteliğinde teslimiyet göstermektedirler.
Bilginin bilimselliğine elbette itirazımız yoktur ve olamazda. İtirazımız, Batı’nın, kuralları ben korum ve kurallarda şunlardan ve şunlardan ibarettir dayatmasınadır.
Batı’nın, bilimsel bilgi kıstas ve ölçütlerine itiraz edecek, bambaşka paradigmalar ortaya koyacak gençlik neredesin..!?

ABD İLE NEYİZ !?


Geldiğimiz noktadan birkaç yıl geriye gidecek olursak eğer, hemen hemen hepimizin ABD’ye dair ortalama bir tanımlamamız vardı ve bu ortalama tanımlama da Ülkenin genel geçer kitlesi de hemfikir idi.
Suriye sorunu sonrası ABD ile olan ilişkilerimizin türevi, içeriği ve gittiği yola dair tutarlı üç kelime kuramayacağımız gibi, mebzul miktarda ve biri diğerinden bağımsız milyonlarca tanımlama çıkıverdi orta yere.
Belki birilerinin kendince bir tanımlaması olsa da, ben böylesi bir tanımlamaya dair aciz hissediyorum kendimi.
ABD ile dost muyuz bilmiyorum
Düşman mıyız bilmiyorum.
Yan yana mıyız bilmiyorum
Karşı mıyız bilmiyorum.
Müttefik miyiz bilmiyorum.
Ticari ortaklığımız var mı bilmiyorum.
Bizi boykot mu ediyor bilmiyorum.
Biz boykot ediyor muyuz onu da bilmiyorum.
Bunca bilinmezleri içeren bir ilişkinin adı ne vallahi onuda bilmiyorum.
Atıp tutuyor mangalda kül bırakmıyoruz. Verip veriştiriyoruz günün beş vakti ama kime ve nereye gidiyor ben onu da bilmiyorum.
Bildiğim bir şey var ki, bizimle gazoz kapağı ile oynar gibi oynandığıdır.
Bildiğim bir şey var ki ; gerek Ülke, gerek Devlet ve gerekse Millet olarak bir gram saygıya, ciddiyete bile muhatap değiliz. Günden güne kucağımıza bir bomba bırakıyor ; Sabah, çekiliyoruz diyor, öğlen üç ay süre lazım, akşam, vaz geçtim oynamıyorum diyor.
Hayır, dalga geçmenin, küçük düşürmenin de bir limiti varken, bizimle limitsiz dalga geçip limitsiz aşağılar davranışlar sergiliyor.
Bütün bunlara rağmen hala dostumuz, müttefikimiz, fikir alışverişin de bulunduğumuz kadim dostumuz (!) ABD..
ABD ile neyiz biz !?
ABD için bir şamar oğlanı mıyız !?
Dilediği zaman dilediği şekilde aşağılayacağı, kafa bulup dalga geçeceği bir Millet ve Devlet miyiz !?
Hani biz korkmayacaktık ve bir kez öleceksek o da neden Allah için olmasın diyenlerden idik..!
Hani bizim Dış politikamızın bir omurgası vardı ve bu omurga bir karakter üzerine inşa edilmişti…
Hani bizim Allah’ımız vardı ve biz ancak ondan korkar ve ondan çekinirdik…
Hani bizim Devlet ve Millet olarak bin yıllara dayanan köklü bir geçmişimiz vardı ve biz bir kabile devleti değildik…
Hani biz bir kabile Devleti değildik ve bizimle bir kabile Devleti gibi konuşulamazdı…
Sahi biz neyiz !?
Kimiz biz !?
Saydıklarımdan hangisiyiz !?
Kimi okuyucularım, bu satırları terennüm ederken, fazlaca hamasi nutuk cinsinden bir serzeniş diyebilir de. Şunun altınız çizerek ifade edeyim hemen. Savaş elbette melanet bir şeydir. Savaş elbette kan, gözyaşı ve çok şeyin kaybıdır. Elbette ABD güçlü bir Devlet. Elbette ABD ile böylesi bir karşılaşmaya gelmezden evvel, olayın her boyutu uzmanlarınca detaylı şekilde hesap edilmeli. Ama geldiğimiz nokta da bütün bunların hesabının da yapılmış olmasının vakti haylidir de geçmektedir. Madem bir beka sorunumuz var ve madem bu beka sorunumuzun ana kaynağı ABD’nin kendisidir, artık bu nokta da güçlerin teraziye çıkarılma, tartılma vakti de geçmiş demektir.
Ben, sıkıntımızın ana kaynağının ne olduğunu biliyorum da…!