24 Ağustos 2016 Çarşamba

TÜRKİYE VE EMPERYALİZM

TÜRKİYE VE İÇERİSİNDE BULUNDUĞU STRATEJİK DURUM
Türkiye, dört bin yıllık devlet gelenek ve tecrübesine sahiptir. Bir başka deyişle bir deniz ve dehliz gibidir. Kendi iç dünyasında ki çekişmeler, son yıllarda ki batı oyunları sonucunda ki bürokratik yapısında ki kargaşa ve ihanet girişimleri bile bu gerçeğin ortadan kalkmasına yetmemiştir. Bu devlet ve milletin hafızası her an canlı, dinamik ve tarafgirdir.
Bu denli geniş bir tarih ve tecrübeye sahip olan devletin, elbette stratejik kararlar alışında hatrı sayılır bir geçmişi, deneyimi ve devlet aklı hakimdir. Bu sebeple, günümüzün en sıcak konusu olan darbe girişimi, dozu hayli artmış olan terörizm girişimleri, ABD ve AB ülkelerinin takındığı tavır ve tutum da bu aklın süzgecinden geçmiştir ve geçmektedir.Batı şunu bilmelidir ki, tüm bu sancılı dönemler geçer ama yaşanılanlar yine bu devletin aklına nakşedilir elbet...!
Bütün bu hengameler, sorun sarmalı karşısında bile, Suriye topraklarına havadan ve karadan taarruz plan ve eylemi yapan bu devlet, işte o engin geçmişinden beslenmişlik sonucunda girişmiştir.
Elbette her savaş önemli bir maliyet demektir. Elbette önemli risk içeren kararlar manzumesidir. Elbette kazanımlarla beraber kayıplarında olması ihtimal dahilindedir. Ancak, bir konunun altını önemle ve özenle çizmemiz gerekmektedir.
Az evvel de bahsettiğimiz gibi, bin yıllar boyu gibi devasa bir zenginlik sahibi olan bu ülke, tarihinin hiç bir evresinde emperyal bir politika izlememiştir. Zaman zaman basiretsiz, dirayetsiz yöneticiler iş başına gelmiş olsalar bile bu devlet gelenek, anlayış ve inancından yine de esneme olmamıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılından günümüze kadar geçen süreçte bu iz düşümden sapma göstermemiştir. Ancak, özellikle ve özellikle, one minute girişimi, BM genel kurulda ki dünya beşten büyüktür sözünün en yüksek makamca ve en yüksek sada ile seslendirilmesi sonucu, bu gerçek yüreklere bile nakşolunmuştur. Bu Devletin duruş, tavır ve seslenişleri sadece kendi devlet ve halkının isyanlarını değil, tüm dünya mazlumlarının duygusal tercümanı olmuştur. Bu gerçek sadece İslam coğrafyasında değil, Asya, Afrika ve hatta Güney Amerika ülkelerince bile hakkı teslim edilen bir gerçek konumundadır. Bütün bu altın değerinde ki puanlar bu Ülkenin hanesine yazılmıştır.
Bütün bu altın kazanımlar sonucunda, geniş bir sempati hinterlandı kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti, elbette bu bakiyeden zaman zaman istifade de edecektir. Bu veriler ışığında, sapık ve ucube bir oluşum olan Daeş terör örgütünün, bu ülke sınırları içerisinde uyuyan hücreleri olacakta, hanesi bu denli altınımsı puanlarla dolu bir ülkenin, farklı coğrafyalarda, uyuyan değil, uyanık ve dinamik hücreleri olmasın öyle mi...! ??
Bu sebepledir ki; tüm Orta Doğu Coğrafyasında kara harekatı yapıp en az zaiyat verecek asker yine Türkiye Cumhuriyeti askerleri olacaktır. Bu gerçek o kadar çıplak halde ortadadır ki, bu sebeple ne ABD ne RUSYA burada kara harekatına girişememektedirler.
Daha da ötesi, ne ABD ne RUSYA burada uzun soluklu bir savaşı yürütebilecek konum ve kudrete de sahip değillerdir. Özellikle de ABD, geçmiş kredisini kullanarak bir takım sözlü girişimlerde bulunmaktadır. Bunun adı düpedüz Blöf'tür ve bu blöf görülmüştür...!
Az evvel de bahsettiğimiz gibi, elbette savaşa girmenin, hele hele de kendi sınırlarınız dışın da bir harekat başlatmanın önemli riskleri barındırdığı gerçeğini pas geçmiyoruz.
Ancak, burada bir risk analizi yapacaksak eğer, bu durumun iki ana saç ayağı olduğunu asla göz ardı etmemeliyiz...
1: Savaşa girmeyecek, mevcut koşullara müdahale etmeden zamanın bize ne getirdiğine '' ne çıkarsa bahtımıza '' kumarı ile bakıp hareket edecek
2: Binlerce yıllık tecrübeden hareketle, ya şimdi müdahale edecek, belli bir bedel ödeyerek sonra ki süreçte daha ağır bedellerin önüne geçeceğiz.
Elbette ilk şıkkın düşünülmesi bile ihtimal dahilinde değildir. Zira akıl ve tecrübe haznemiz, birinci şıkkı daha ilk anda eliminize etmemize kaynaklık etmektedir. Zira beklemek demek, kendimizi batının merhametine bırakmak demektir ki, bu durum ise düpedüz intihar eylemi anlamına gelmektedir.
Kendimize hem Devlet ve hem de millet bazında inanacak, güvenecek ve Sırtımızı RABBİMİZE dayayarak risk içeren kararları almaktan da imtina etmeyeceğiz.
Bu harekat, Cerablus üzerinden iç derinlik harekatıdır. Oysa yukarıda uzun uzadıya açıkladığım gibi, risk alacak ve harekatı Fırat'ın Doğusuna da yayarak PYD unsurlarını da sınırlarımızdan bertaraf etme boyutlarına kadar taşımalıyız. Bu durum pek tabi ki daha büyük riskleri içermektedir. Ancak biz problemi geçici bir müdahale ile savuşturmak istiyorsak eğer, bu durum da hiç girişmememiz bence daha mantıklı gelmektedir. Zira sadece Cerablus ve derinlik dışına çıkmayan bir harekat kör ve topal bir harekat demektir ki, bunun aksama ve sancıları kısa zaman sonra mutlaka nüksedecektir.
Bizim harekatı Fırat'ın Doğusuna kaydırmamız sonrası pek tabidir ki ABD ve AB için de homurdanmalar ve hatta aykırı sesler çıkacaktır. Belki bir takım yaptırımlar ile de karşı karşıya kalacağız. Ancak bizim bundan başka seçeneğimiz şu aşamada yoktur. Bu durum tam anlamıyla '' YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE '' düsturunun hayat bulması evresidir.
Eğer sorunlara kalıcı ve kökten çözüm istiyorsak ve eğer güney sınırlarımızı emniyete almak istiyorsak ve sinek değil bataklık hedef alıyorsak, bu harekat mutlaka doğuya doğru evrilmelidir.




11 Ağustos 2016 Perşembe

BÖLÜNMENİN ÖNÜNDE Kİ EN BÜYÜK ENGEL KÜRTLER

BÖLÜNMENİN ÖNÜNDE Kİ EN BÜYÜK ENGEL, MÜSLÜMAN KÜRTLER
Bağımsızlık talepleri, rejime duyulan olumsuz kanaatler ve bunların sonucu olarak baş gösteren ayaklanma ve başkaldırış girişimleri sosyolojik ve tarihi gerçeklerdir. Homojen bir toplumun başkaldırış ve ayaklanma gerekçesi o toplumun kabul değerleri ile örtüştüğü an ayaklanma kaçınılmaz bir hale dönüşür. Bu ayaklanma ve başkaldırışı sebep ve sonuç bağlamın da ele alarak bir analiz yapmak elbette mümkündür. Ancak bu analiz bir yargılamaya dönüşmemektedir. Zira o homojen toplumun değerler silsilesi sizin ki ile örtüşmeye bilir, sizce bu ayaklanmanın sebep ve gerekçelerinin yanlış olması o toplum için geçer akçe değildir. Ayaklanma ve baş kaldırışlar, olayın geliştiği toplumun değer yargılarıyla hareket eder ve enerjisini de bu değerler üzerinden alır. Baş kaldıran ve ayaklanma haline gelmiş bir toplum, kendince bu girişimin altını pekala doldurmaktadır. Zaten aksi halde hareketin toplumsallaşması, blok haline dönüşmesi ve başarılı olması da mümkün değildir. Bu genel geçer kaideleri ortaya koyduktan sonra konuya girişimiz daha bir bütünlük arz edecektir.
Kürtler ve Ayaklanma
Az evvel de bahsettiğimiz gibi '' homojen '' bir toplum değildir Kürtler. Kendi içlerin de çok farklı dini, siyasi ve sosyolojik değerler taşımaktadırlar. Özellikle ülkemiz üzerin de yaşayan Kürtler ‘in kahir ekseriyetinin de Müslüman olduğunu düşünürsek, diğer aykırı fraksiyonlar karşısın da çelikten bir duvar gibi durmaktadırlar.
Elbette Müslüman Kürtler ‘in de sistem ile sorunları, sıkıntıları ve kırgınlıkları bulunmaktadır. Bu bir vakıa olup inkarının da mümkün olmadığı sosyolojik bir vakıadır. Ancak bu durum köklü ve bütünlük arz eden bir kalkışma ve ayrışmaya gerekçe olmamıştır hiç bir zaman. Olmadığı gibi, bölünme ve ayrışmanın da önünde ki en büyük engel olarak durmaktadır. Hala bu ülkenin birlik ve bütünlüğünden yana tavır almakta, hala kendisini bu ülkenin vatandaşı saymakta ve bu durumdan dolayı da mutluluk duymaktadırlar. Bu algı ve duruş Türkiye için paha biçilmez bir değer olmakla beraber, farklı düşünce ve yapılanmaların da önünde ki en büyük set konumundadır.
Ülkenin yapısın da çimento vaziyet ve konumun da bulunan Müslüman Kürtler, Daha bilinçli, daha kalıcı ve daha kuşatıcı politikalar ile takviye edilmeli ve bu denli hassas bir denge rolü üstlenen bu değer manzumesi halk en kısa sürede onure edilmelidirler. Bugün, doğu ve güney doğuda ki farklı yapılanmaların başarısız olmasın da son derece önemli bir etkendir Müslüman Kürt kardeşlerimiz.
Bu durum sadece siyasi iktidarın omuzlaması gereken bir yük değildir. Her Türk Müslümanın da kendi payınca elini taşın altına atması, olaya daha bir uhuvvet ile yaklaşması, daha bir kuşatıcı ve sahiplenici dil ve eylem birliğine girişmesi gerekmektedir.
Saydığımız ve sayamadığımız daha birçok değeri bünyesinde barındıran Müslüman Kürt kardeşlerimiz, bu sebepledir ki aykırı düşünce ve yapılanmaların her zaman hedefin de olmuşlardır.
Farklı ve aykırı yapılanmaların '' ayaklanma'' talep ve istekleri Müslüman Kürtler tarafından hiç bir zaman onaylanmadığı gibi önemli bir set ve engel de teşkil etmişlerdir. Sisteme entegre olmalarının Devlet ve Millet nezdinde hemen hemen hiç bir maliyeti olmayan bu nezih milletin kırık kalbi derhal okşanmalı ve hak ettikleri değer acilen kendilerine takdim edilmelidirler. İster devler ve isterse millet bazında bakacak olursak, bu zümre ile yapılacak her kontak hayati değer ifade etmektedir. Bu devlet ve milletin, Müslüman Kürt kardeşlerimizden mahrumiyeti demek, bir tarafın kırık ve eksikliği demektir. Şuan hala ve hala can yakıcı, baş belası derecesinde bir baş kaldırış ve ayaklanma göremeyişimizi, tekrar ve tekrar Müslüman Kürt kardeşlerimizin varlığına muhtaç olduğumuzu daha bir bilinçli şekil de fark edecek ve atılması gereken adımları da zaman kaybetmeksizin atmalıyız.
Ülkemizin huzur, birlik ve dirliğin de temel taş olan Müslüman Kürt kardeşlerime selam ve dua ile


3 Ağustos 2016 Çarşamba

KONSANTRASYON SORUNU GERÇEKÇİ Mİ ?

KONSANTRASYON SORUNU
Bir bakıma çağımızın ve toplumun her kesiminin önünde ki engel ve sorun gibi algılanmakta ve bu mantık düzlemin de pazarlanmaktadır. Bu pazarlanma sonucun da ise hatırı sayılır bir seviye de alıcı da bulmaktadır kendisine. Alıcı konumun da bulunan toplumun kahir ekseriyetini de kınamıyor ve ayıpsamıyorum. Ayıpsamıyorum zira ; kelli felli psikolog, psikiyatr patentli bir zümre bu mantığı pazarlayınca, kaçınılmaz olarak pazar payı bulacaktır elbette. Oysa konsantrasyon yani odaklanma ne kendisi başlı başına bir sorundur ne de fert planın da böyle bir sorun vardır. Evvela ve mutlaka bu saptamayı yapmamız gerekmektedir. Olayın ve kavramın kendisini bir sorun olarak tanımladığımız an zaten işi daha en başından içinden çıkılmaz bir sorunsal hale getirmiş olmaktayız. Şu durum da konsantrasyon ve ya odaklanamama gibi bir durumu yok sayıp görmemezlikten mi geleceğiz? Elbette hayır ve böyle bir durum su götürmez bir gerçektir. O halde bu durumun sebep ve sonuçları üzerinde biraz fikir ve beyin jimnastiği yapalım.
Unutmamalıyız ki insan sosyal bir varlıktır. Ve her insan kendi yaşadığı aile, yakın çevre ve bölgesinin eğilimleri sonucun da önemli derece de bir şekillenme evresine girmektedir.Ailesinin, yakın akrabalarının, komşu ve arkadaş çevresinin birey üzerin de azımsanmayacak derece de etkinsel bir durum oluşturduğunu özellikle vurgulamamız gerekmektedir. Bu etkileşim; kişinin zevkleri, eğilimleri, etkinlikleri ve en nihayetin de tercihleri üzerin de son derece etkin olmaktadırlar. Bu etki sebebi ile bireyin bir bakıma karakteristik yapısının iskeleti meydana gelmektedir. Hele hele birey ergenlik dönemine geldiği zaman ise bu oluşan iskelet bir bakıma karakteristik yapının ayrılmaz bir parçası haline dönüşmektedir.
Bireyin inançları, nefretleri, eğilimleri ve tercihleri 3 yaşların da başlayıp ergenlik sürecine kadar geçen evrede en belirgin ve en baskın şekilde kendisini göstermektedir. Bu bahsettiğimiz kritik zaman sürecin de çocuklarımız ile olan iletişim de, onun üstlenmesi gereken rolü tayin ederken, kendimiz ile beklentilerimiz arasında ki korelasyona bakma gereği bile duymamaktayız. Çocuğumuza bir rol biçip ve gelecekte de bu tayin ettiğimiz rolün gerçekleşmesini isterken, kendimiz ve ailemizin alt yapısı bu duruma ne kadar elverişlidir diye sorgulama gereği bile duymamaktayız.
İşte tam bu nokta da konsantrasyon sorunu belirginleşmeye başlıyor ve genç ile ebeveyn arasında ki makas farkı giderek genişlemeye başlamaktadır. Zira biçtiğimiz rol ile aile ve çevremiz arasında ki tutarsızlık, daha sonraki evrelerde genç ile ona biçilen rol arasında ki uyuşmazlığın temel kaynağı haline dönüşmektedir. Çocuğundan okumasını, iyi bir bölüm kazanmasını ve sonra ki hayatın da etkin bir konuma gelmesini isteyen anne ve baba, çocuğun büyüme ve gelişim safhasın da '' biz neyiz, neredeyiz, ne kadar okuyor ve bu durumu çocuğa ne kadar aksettiriyoruz'' gibi bir yükün altına girmeksizin direk ve haksız bir beklenti içerisine girmektedirler. Oysa unutulan en önemli etkenin kişinin tercihleri ve kendi tercihlerine olan ciddi konsantrasyon gerçeğidir. Yani insan konsantrasyon eksikliği çekmemektedir. Kişinin kendi zevk ve tercihlerine daha fazla değer yüklemesi ve sonucun da konsantrasyon ve odanlanmasını da bu tercihler üzerine bina ettiği gerçeğidir. Ve yine çocuğun yetenekleri de tercih yapılanmasın da anahtar rol üstlenmektedir. Bütün bu örneklerimizin hülasası olarak; kişinin kendi tercihleri ve bu tercihler üzerinde ki odaklanmışlığını, bizim talep ve beklentilerimiz ile örtüşmemesini bir eksiklik olarak tanımlama yanlışlığında olduğumuzu kabullenmemiz gerekmektedir.
Unutmamalıyız ki: kişinin tercihlerini yetiştirilme tarzı belirlerken odaklanma da bu tercihler üzerinde tezahür etmektedir.